28 Haziran 2015 Pazar

Çivili Yatakta Delik Deşik Uyku



İki tip insan var; koşar adım kendinden uzaklaşan ve bulunduğu yeri hazır kalıp duygularla tahkim ederek oradan kendine bir ‘insan’ inşa etmeye çalışanlar ve koşar adım olmasa da yine kendinden uzaklaşan ama kalbi geride bıraktıklarında kaldığı için sürekli bir şeyleri özleyerek yaşayanlar... İlk grubun tamlığı bir vehimden ibaret... İkinci grupsa ne orada tam, ne burada, hep yarım yamalak... Belki kendinden hiçbir yere gitmeyenler de var ama onlar bu zamanın istatistiklerinde görünmüyor.
Büyük büyük değerleri, küçük küçük kazançlarla değiştirip kâra geçtiğimizi zannediyoruz.

“Takas” kelimesini tersten okumayı hiç denediniz mi?

Geçici duygulanmalar, mola yeri lokantaları gibi... İyi kötü bir tokluk hissi veriyor ama damakta bir tad, bir lezzet bırakmıyor.

Eskiden gittiği yere renk katan insanlar vardı, şimdi herkes gittiği yerin rengini alıyor.

“Neden hep kısa kısa cümleler kuruyorsun?” diye sordu biri. “Etrafta uzun uzun dinleyecek kimseyi görüyor musun?” diye karşılık verdi diğeri.

Fikirler var, fikir sahipleri var, bir de her gün onlarca kere fikirleri ve fikir sahiplerinin isimlerini birer tekerleme gibi dilinde dolaştıran gürültülü goygoycular var. Sonuncular o kadar çoğaldı, o kadar her yeri kapladı ki, çekilen toplu fotoğraflarda neredeyse sadece onlar görünüyor artık.
Bir şeyin taraftarı olmak, bir şey olmanın önündeki en büyük engel haline geliyor hızla.
Eleştirilerin ve ikazların acul bir öfkeyle karşılandığı her ortamın ana sponsoru nefsaniyettir.

Elinizde üstünde “Sırat-ı Müstakim” ibaresi yazılı bir tabela olsa, onu mevcut yollardan ve gidişatlardan hangisine uygun görürdünüz?

Peki elimizde üstünde “Sırat-ı Müstakim” ibaresi yazılı bir tabela olmaması normal mi?
İddialar, sağlamasını yapabileceğimiz davranışlar ortaya çıkarmıyorsa yalnızca gürültü sebebidir.

Hepimiz bu kadar büyük davaların adamlarıysak, bu küçücük hayatlar kimin?

Kavramları her on yılda bir tartıp ağırlıklarını kayıt altına alma imkanımız olsaydı, hepsinde dramatik bir hafifleme yaşanmakta olduğunu rahatlıkla görebilirdik.
İyilik yap, denize at, karada boğulma ihtimali daha yüksek!

Muhtemelen bir süre sonra aramızdan birinin biyografisini yazması yeterli olacak, bir kopyasını alıp noktalı kısma adımızı yazacağız.

Bu devrin insanının merakını nelere yönelttiğini tespit edip alt alta sıralasak, basamak basamak ulvîden süflîye doğru inen bir merdiven ortaya çıkar.

“Neden bardağın hep boş yarısına bakıyorsun?” dedi biri. “Çünkü çeşmenin varlığından haberdarım!” dedi diğeri.

Bizim için ‘insan’, artık çalışmadığımız yerden çıkan bir soru!

“Damla kendini bilse” dedi meczup, “ummanı içinde bulur!” *

*Gazeteci Yazar Gökhan Özcan'ın Yeni Şafak'ta yayınlanan yazılarından biri. Okuyup kaydettiklerim arasındaydı. Sayısı yüze yaklaşan taslak yazıları derlemeye çalışırken yeniden okumuş oldum ve sizler de okuyun istedim.




25 Haziran 2015 Perşembe

Kitap Kokusu: Onca Yoksulluk Varken


"Kapının önüne oturmuş, zamanın geçmesini bekliyordum, ama zaman her şeyden daha yaşlıdır, pek yavaş ilerler. İnsanlar acı çekince gözleri büyür, eskisinden daha anlamlı durur. Madam Rosa'nın gözleri gittikçe büyüyor, nedensiz övdüğünüz köpeklerinkine dönüyordu. Ta buralardan görüyordum bunu, oysa Panthieu sokağında, çok lüks mağazaların bulunduğu Champs-Elysee'ye yakın bir yerdeyim."



"Onca Yoksulluk Varken", Emile Ajar'a Fransa'nın en büyük edebiyat ödüllerinden biri olan Goncourt Ödülü'nü kazandıran eseridir. Kitapta anlatılan olaylar, 1970'li yıllarda Fransa'da fahişelerin, transeksüellerin ve öteki konumuna itilerek toplumsal hayattan soyutlanmışların yaşadığı bir semtte geçer.

Tüm hikayeyi Momo'nun ağzından dinliyoruz. Momo, Madam Rosa ile birlikte, kendi gibi olan çocuklarla birlikte yaşıyor. Madam Rosa bir Yahudi. Auschwitz toplama kampından kurtulduktan sonra Paris'te fahişelik yaparak hayatını kazanmış, yaşlandıktan sonra fahişelerin çocuklarına bakarak geçinmeye çalışan yaşlı ve hasta bir kadın kendisi.

Fransa'da fahişelerin doğum yapmasının yasak olduğu o dönemde, yanlışlıkla doğan çocuklara bakıcılık yapan Madam Rosa'nın yanındaki onlarca çocuk arasında kendisi için farklı olan sadece Momo.

Momo takma adıdır Muhammed'in. Henüz üç yaşındayken babası tarafından Madam Rosa'ya bırakılır. Oğlunun Arap kültürüne ve İslam geleneklerine göre büyütülmesi istenir. Madam Rosa ile büyüme sürecindeki Momo'nun ilişkisi inanç ve kültür farklılığına rağmen arkadaşlığa, yoldaşlığa dönüşür. Aralarındaki farklı aidiyetler birlikte yaşamalarına, aynı çatı altında yaşamı paylaşmalarına engel olmaz.

Oğlunun Arap kültürüne ve İslam geleneklerine göre büyütülmesini talep eden babaya verdiği sözü tutmak için elinden geleni yapar Madam Rosa. Onu bir Arap çocuğu olarak yetiştirir, Hamil Bey'e derse yollar ve İslam dininin gereklerini öğrenmesini sağlar.

Yahudi Madam Rosa ve Arap Momo arasında büyük bir sevgi bağı vardır. Gittikçe yaşlanan ve ölüme her geçen gün yaklaşan Madam Rosa'nın evindeki diğer tüm fahişe çocukları birer birer ayrılır. Momo Madam Rosa'yı yalnız bırakmaz. Her an onun yanında olmak ister.

Ancak bir gün babası çıkagelir Momo'nun. Momo kendisiyle ilgili ilk gerçek bilgiyi o anda öğrenir. Momo'nun babası, fahişe olan annesini öldürdüğü için hapse girmiştir ve para karşılığında oğlunu Madam Rosa'ya teslim etmiştir. On üç yıl sonra hapisten çıkan baba oğlunu geri almak istemektedir. Ancak ne Momo ne de Madam Rosa birbirlerinden ayrılmak istemez. Bu yüzden kurnazca bir oyun oynarlar babaya.

Hikayenin devamını elbette anlatmayacağım. Kitabı okumalısınız. Bu kitap Emile Ajar  adıyla çıktığında, bir eleştirmen şöyle demiş: "Bu kitabı ipekli kağıda sarıp ayağınıza kadar getirebilmek, onu neden okumanız ve sevmeniz gerektiğini size anlatabilmek isterdim."

Peki kimdir Emile Ajar?

Emile Ajar'ı tanıyabilmek için önce Romain Gary'i anlatmak gerekir.

 Döneminde "Fransız Edebiyatı'nın en büyük yazarı" olduğu iddia edilen Gary'nin, son zamanlarda artık tükenmiş, bir şey üretemez haline gelen kötü bir yazar olduğunu iddia eden eleştirmenler türemiştir.

Henüz ilk kitabıyla tüm Fransız Edebiyat çevresinin dikkatini çeken bir yazar olarak Emile Ajar ortaya çıkar. Kim olduğu bilinmeyen kayıp yazar Emile Ajar'dan "asıl ve asil yetenek abidesi" olarak bahsedilmeye başlanır. Romandan ziyade uzun bir hikayeyi andıran bu kitabın namı kısa süre içerisinde Fransa sınırlarını dahi aşar. Emile Ajar artık literatürün "kayıp yazar" ıdır.

Kendisinden çok daha yetenekli olduğu iddia edilen bu kayıp yazar hakkında fikri sorulur Romain Gary'ye. O da tevazuyu elden bırakmayarak "Değerli eleştirmenlerimizin takdiri bu yöndeyse, üzerine söz söylemek benim haddim değildir." demekle yetinir.

Böylelikle iki farklı kutuba ayrılır Fransız Edebiyat çevreleri. Bir yanda Romain Gary, diğer yanda Emile Ajar müritleri kıyasıya fikir çatışması yaşarlar. Tüm tartışmalar hararetini yitirmemişken dahası gerçekleşir. Romain Gary'nin layık görüldüğü Goncourt Ödülü, henüz ilk romanını çıkaran  kayıp yazar Emile Ajar'a verilmek istenir ancak ortada bir yazar yoktur, bulunamamaktadır. Emile Ajar ise avukatı aracılığıyla bu ödülü reddeder.

Emile Ajar, ilk romanı "Onca Yoksulluk Varken" (Orjinal adı La Vie Devant Soi) in bir yıl ardından Yalan Roman'ı yayınladığında, Romain Gary de kısa süre sonra çıkaracağı romanının çalışmalarını sürdürdüğünü açıklar. Emile Ajar'ın Yalan Roman'ının bir yıl sonrasında, Romain Gary "Kadının Işığı" adlı romanı ile yeniden gündeme yerleşmeyi başarır. Anlaşıldığı üzere iki yazar arasındaki düello bu şekilde devam eder -taa ki Romain Gary'nin intiharına kadar.

Romain Gary'nin intiharı tüm dünyada büyük bir yankı uyandırır. İntiharından hemen önce yazdığı intihar notundaki satırlar herkesi hayrete düşürür.

"Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşçakalın." cümlesiyle mektubuna son verirken, kayıp yazar olarak bilinen Emile Ajar'ın aslında kendisi olduğunu açıklar Romain Gary.

Böylelikle, her yazarın sadece bir kez alma hakkına sahip olduğu Goncourt Edebiyat Ödülü'nü iki kez elde eden yazar olma ünvanı ve ardında bıraktığı birbirinden güzel eserlerle edebiyat tarihindeki yerini alır.

Kitap hakkında; Momo, Madam Rosa ve ötekileştirilenleri temsil eden tüm hayali kahramanları yaratan Emile Ajar müstear adıyla Romain Gary hakkında söylenecek çok fazla şey var. Ancak hepsini buraya sığdırmam neredeyse imkansız.

Son olarak sinema kısmına değinip bitirelim. Kitap 1977 yılında Moshe Mizrahi'nin yönetmenliğinde beyazperdeye uyarlanmış, 1978 yılında ise "Yabancı Dalda En İyi Film Ödülü"ne layık görülmüş. Akıllara kazınan performansıyla Simone Signoret'i Madam Rosa, Samy Ben - Youb'u ise küçük Momo rolünde görüyoruz filmde.

"Tembellik etmeyin, filmi izleyecekseniz de önce kitabı okuyun" uyarısını da yaptıktan sonra bu uzun yazıma nihayet son noktayı koyuyorum.

Kitabı okuma listesine alan herkese şimdiden keyifli okumalar.

Aşkla Kalın!



24 Haziran 2015 Çarşamba

Ecnebiler Laleye Ne Der?



"Birlikte sabah çorbasını içerlerken Hafız Çelebi'yi konuşturmak, belki ilgisini çekmek için akşamdan aklına takılı kalan soruyu sordu: "Efendim, ecnebiler laleye ne derler?" 

"Neden sordun oğulcuğum?" 


"Bit Canlı efendi ile ressam ağa durmadan aynı kelimeyi tekrar edip durdular da."

Bican Efendi'yi sevmediğini, adını telaffuz ederken elleriyle bir biti ezer gibi yaparak göstermişti. Hafız Çelebi gülümsedi, kelimeyi telaffuzundaki dikkatine ve zekâsına içinden aferin okudu ve hatta onun adına gizli bir gurur bile duydu.

"Ha!.. Anladım. 'Tülp' kelimesi dikkatini çekti senin."

"Evet, o kelime."

"Hani sana daha evvel lalenin evden kaçmış kızımız olduğun söylemiştim ya!"


"Kara Şahin Ağam ile size ikinci gelişimizdi. Ama 'kaçmış' dememiştiniz, 'kaçırılmış' demiştiniz."


Yeye "kaçırılmış" kelimesini söylerken sanki Pit-Jan bu işi yapmış gibi gözlerini ona çevirmiş, ama hem Hafız Çelebi, hem de Bican Efendi buna kahkaha ile gülüp onun gönlünü almışlardı. 


Hafız Çelebi anlatmaya devam etti:

"Kaçırılmış demiştim ha!.. Evet, kaçırılmıştı.Kaçıran adam da Muhteşem Süleyman Han asrının Avusturya maslahatgüzarı Busbecq nam Frenk idi. Senin dikkatini çeken kelimeyi laleye isim olarak işte o koymuş.Yani tıpkı lalenin kendisi gibi adı da oralara İstanbul'dan gitmiştir. Biliyor musun, şu bizim Bican Efendi ile Vanmour Ağa'nın tekrarlayıp durdukları"tülp" kelimesi "tülbent" kelimesinden türemiştir. 


"Nasıl yani efendim?"

"Busbecq Efendi, hatıratında anlattığına göre, Ayasofya civarındaki kahvehanelerden birinde otururken yanlarına gelen delikanlının birinin serpuşu kenarında bir lale goncası görmüş. Taç yumağında kırmızı kadifeleri yeni görünmeye başlayan küçük bir gonca imiş bu. Delikanlısevdiğine 'gönlüm sende' demek istediği için kulağının kenarına bu goncayıiliştirmişmiş." 


Hafız Çelebi İstanbul'daki âşıklardan bahsederken Topaç Yeye de vaktiyle annesinin anlattığı bir öyküyü hatırlamıştı. O da İstanbul'da geçiyordu ve birbiri için can veren âşıkların başına gelenleri konu alıyordu. "Bu İstanbul şehri aşkın has bahçesi olmalı!" diye düşündü içinden. Burada aşk sıradan bir şey olmaktan çıkıyor, hayatın ta kendisi oluyordu demek ki. Tıpkı kulağına lale goncası takan âşık gibi. İşte Kara Şahin Ağasının başına gelenler. Ve işte kendi başına gelenler... Şehnaz'ı çok özlediğini elbette kimseye söyleyemiyor ama akşamlan gizli gizli birkaç damla gözyaşı dökmekten de geri durmuyordu.

Hafız Çelebi'ye yemden kulak verdiğinde, içinden "İstanbul ile aşk... Birbirine en ziyade yakışan iki kelime!" diye sayıklamakta olduğunu fark etti. 


Çelebi anlatmaya devam ediyordu:
"Busbecq kendi ülkesinde kulak kenarına çiçek takma âdetini bilmediği için eliyle laleyi işaret ederek delikanlıya sormuş 'Bu başındaki de ne?' Delikanlı serpuşuna iliştirdiği goncayı unutup onun, sarığınıkuşatan bezi kast ettiğini sanarak 'Tülbent!' demiş. Elçi de çiçeğin adının tülbent olduğunu zannederek dostuna yazdığı mektupta adını 'tülipent' diye yazmış. O günden sonra Felemenkler gurbete düşen kızımızın adını Tulipan olarak çağırmışlar. Hatta daha sonra Avrupalı diğer devletlerin diline de buna benzer kelimelerle 'tulpan, tulipa-no, tulip, tulipe' olarak geçmiş."


Bican Efendi, Hafız Çelebi'nin anlattıklarını hem başıyla onaylıyor, hem de bu genç ve zeki çocuğu hayretle izliyordu.*"

* İskender Pala'nın "Katre-i Matem" kitabından alıntıdır.


7 Haziran 2015 Pazar

Tavşan, Tilki ve Politika




Genel seçim günü geldi çattı. Bugünün gelmesini en çok isteyenlerden biri de benim sanırım. Apolitik oluşumla tezatlık sergilemiyor aslında bu isteğim zira meydanlardaki parti çadırlarından, iplere dizilmiş parti bayraklarından, absürt şarkılarıyla bangır bangır gezen parti arabalarından ve siyaset konuşmaya pek meraklı eşten-dostan pek sıkılmış durumdayım!

Politika denince aklıma hep şu fıkra gelir benim: 

Bir tavşan önüne bir daktilo almış tak tuk tak tuk bir şeyler yazıyormuş. Oradan geçen bir tilki, tavşana şöyle seslenmiş: “Hey tavşan ne yazıyorsun?” Tavşan umarsızca cevap vermiş: “Doktora tezimi yazıyorum.” 

Tilki pek anlamamış aslında ama yine de sormuş: “Ha öyle mi, çok güzel ne hakkında?” Tavşan kendinden emin bir şekilde “Tavşanların tilkileri nasıl yedikleri hakkında.” diye cevaplamış. Tilkinin şaşkınlığı artmış ve “Yok canım olur mu öyle şey hiç tavşanlar tilki yerler mi?” diye sormuş gayr-i ihtiyari. Tavşan yine kendinden emin bir şekilde “Olur canım gel istersen sana ispat edeyim.” demiş.

Beraberce tavşanın yuvasına gitmişler. Tavşan bir süre sonra tek başına çıkmış ve yine daktilosunun başına geçmiş, tak tuk tak tuk bir şeyler yazmaya devam etmiş. Daha sonra oradan bu sefer bir kurt geçiyormuş. Tavşanı gören kurt seslenmiş: “Hey tavsan ne yazıyorsun?” 

Tavşan yine aynı cevabı vermiş: “Doktora tezimi.” Kurt merak etmiş ve sormuş: "Ne hakkında?" Tavşan yine aynı kararlılıkla “Tavşanların kurtları yemesi hakkında.” diye cevaplamış. Tilki kadar şaşırmamış kurt, hatta komik bulmuş ve “Yayınlamayı düşünmüyorsun herhalde buna kim inanır.” demiş. Tavşan “Doğru olmaz mı gel istersen göstereyim.” diye cevap vermiş kurta.

Yine beraberce yuvaya gitmişler, tavşan bir müddet sonra yine tek başına dışarı çıkmış.

İşte, fıkra bu şekilde. 

Şimdi siz de inanmadınız tavşana değil mi? 

Aslında olayı anlayabilmeniz için tavşanın yuvasına bir göz atmanız gerekir.

 İçerideki tablo tam olarak şöyleymiş: Bir köşede tilkinin kemikleri, bir köşede kurdun kemikleri. Diğer taraftan da bir arslan kürdanla dişlerini temizliyor.

Ben Türkiye siyasetinde kimin tavşan kimin aslan olduğu ayırdına henüz varamadım. Bu yüzden, politik demeçler verecek kadar politikadan anlamadığımı düşünüyorum ve bu tarz konuların hararetli bir şekilde konuşulmasından pek hazetmiyorum. 

Kimin kime oy verdiği ya da oy verip vermediği sadece kişinin kendisini ilgilendirmeli. Demokratik bir ülkede, başkasının verdiği oya bu kadar kafa yoran, hazımsız ve ötekileştirmek için teyakkuz halinde bekleyen insanları görmek üzücü...

Dilerim bu seçimin sonucu ülkemiz için hayırlara vesile olur.

Yazımı Aristoteles'in şu sözüyle bitirmek istiyorum: 




4. yüzyılda söylendiği halde hala geçerliliğini yitirmemiş öyle değil mi?




2 Haziran 2015 Salı

Çizgifilmler Ne Kadar Masum?



Çalışma hayatımın rutinlerinden biri, kurumda danışmanlık hizmeti verdiğim çocukların ailelerine yönelik psikolojik eğitim seminerleri düzenlemek. Çalıştığım yaş grubunu ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak belirlediğim konu başlıkları dahilinde, yıl içerisinde birkaç kez ailelerle bir araya gelerek, onları daha bilinçli ebeveynler olmalarına katkı sağlıyorum.

Medyanın çocuklar üzerinde bıraktığı etkiyi yadsımamız neredeyse imkansız. Zamanın önemli bir kısmını medyaya maruz kalarak geçiriyorlar. Çocuklarda sıkça gördüğümüz dürtü bozuklukları, aşırı hareketlilik, benmerkezcilik ve örneklendirebileceğim bir çok davranış bozukluğunun ve toplum olarak yaşadığımız ahlaki çözülmenin altında yatan sebepler arasında medyanın ilk sıralarda yer aldığını düşünüyorum. ("Subliminal Mesaj" kavramını daha önce duydunuz mu bilemiyorum, zira bu konu kendi başına bir derya. İlerleyen zamanlarda vakit bulabilirsem, uzun uzadıya ele alacak bir yazı da yazabilirim inşallah.)

Psikoloji biliminin, bu konuda eriştiği nokta ve elde edilen bilgiler ışığında onlara değerlendirmelerimi sunarken, anlattıklarımın sadece teoride kalmamasına dikkat ederim. Bu yüzden, medya ile ilgili sunumlarıma, güncel reklamlardan, çizgi filmlerden ve ailece izlenen dizilerden kesitler de eklerim. Çocuklarıyla her gün izledikleri bu yapımların küçük bir kısmını benimle birlikte izlemelerini isterim. Aileleri ve çocukları için uygun olup olmadığını analiz edebilmeleri için bilmeleri gereken önemli noktaları onlarla paylaşarak, bilinçli medya tüketicileri olmak konusundaki hassasiyetlerini arttırmaya çalışırım.

Seminerime hazırlanırken yaptığım araştırmalardan biri oldukça ilgimi çekmişti. Uzm. Psk. Tarık Solmuş tarafından hazırlanan bu çalışma oldukça sıradışı geldi bana. Çizgi filmlerin çocuklar üzerindeki etkilerinden bahsederken, biz uzmanlar çoğunlukla çizgifilmlerdeki şiddet içeriğinin ya da altında var olan pornografik subliminal mesajların altını çizeriz ancak meslektaşım bu konuya farklı bir perspektiften yaklaşmış ve çizgi film kahramanları psikopatolojik yönden ele alan bir inceleme sunmuş.

Bu araştırmayı gördüğümde, çocukken bize izletilen ve bizim de kendi çocuklarımıza izletmeye hala(!) devam ettiğimiz o masum görünümlü (!) komik çizgi film kahramanlarının, henüz o aşamadaki bir çocuğun bilinçaltına nasıl işlendiğini ve hayatının sonraki evrelerinde ne şekilde açığa çıkabileceğini düşündüm.

 Bunları izleyerek çocukluğunu geçiren birinin büyüdüğünde normal (normal kavramı da bir bakıma rölatiftir ancak toplumun kabul ettiği normlara dayanarak) bir birey, bu bireylerin oluşturduğu bir toplumun da aynı derecede normal kalabilmesi ne kadar mümkündür sizce?

Yorumu size bırakıyorum...

*

 Johnny Bravo:
Belirgin şekilde Narsisistik Kişilik.





 
 Pepé Le Pew:
Kendine odaklılık, reddedilmeyi kabul etmeme, flörtöz yapı, artmış cinsel ilgi, aşırı gurur gibi özelliklerle belirgin; Narsisistik Kişilik.





Bugs Bunny:
Anlık duygusal değişimler, dürtüsel / kontrolsüz ve manipülatif davranışlarla da; Sınırda ve Antisosyal Kişilik.



   
Yosemite Sam:
Kontrolsüzlüğü, dürtüsel davranışları, öfke patlamaları, kural tanımamazlığı, saldırganlığı, her sorunu şiddetle çözme yönelimi, başkalarının haklarına saygısızlığı ve hazzı erteleyememesi özellikleriyle; Antisosyal Kişilik.







Daffy Duck:
Aşırı enerjik hali, kolaylıkla dikkatinin dağılabiliyor olması, güvensizliği, sosyal becerilerinin gelişmemiş olması, duygu durumunda anlık değişimler, sanrılar, dağınık düşünce çağrışımlarıyla da; ADHD, Şizofreni ve Paranoid Kişilik.






Roger Rabbit:
Obsesif kompülsif bozukluk, Türkçesi saplantı-zorlantı bozukluğu. Saplantı kişiyi tedirgin eden, irade dışı gelişen ve engellenemeyen, yinelenen düşüncelerdir. Zorlantı ise bu saplantılı düşünceleri yok etmek adına girişilen irade dışı hareketlerdir.






 Charlie Brown:
 İnsanlara yakınlaşma kaygısı, kendine olan güvensizliği, kronik reddedilme beklentisiyle de; Kaçınan Kişilik.

 





 Batman:
 Ebeveynlerinin ölümüne tanıklık etmesinin beraberinde getirdiği Travma Sonrası Stres Bozukluğu.







 Eeyore / Winnie the Poah
Yerleşmiş, bitimi bilinmeyen, sürekli depresyon hali, yani depresyonun bir yaşam biçimine dönüştüğü durum; Kronik Depresyon (Distimi) / Depresyon.






 
Dora - The Explorer:
Dissosyatif Füg; dissosiyatif bozukluklar arasında yer alır. Kişi geçmişini unutup evini, iş yerini terk eder. Bazen 1-2 gün bazense aylarca kendisinden haber alınmaz. Kimlik karmaşası yaşarlar veya yeni bir kimliğe bürünürler. Füg öncesi duruma dönünce, kişide geçmişteki travmatik olaylara karşı unutkanlık görülebilir.






 
  Homer Simpson:
 Anlık nöbet ya da atak biçiminde gelen öfke patlamaları, saldırganlıklarla Aralıklı Patlayıcı Bozukluk.





 
Aaron - The Little Mermaid:

İşe yarar olsun ya da olmasın, bulduğu her şeyi biriktirip saklamasıyla İstifçilik (Hoarding).







 
SpongeBub:
Motor ya da okuma-yazma becerilerini öğrenmekte, tamamlamakta zorlanma, el-göz koordinasyonun zayıflığı, sürekli tekrara ihtiyaç duyma, yaşıtlarından ziyade yaşça büyüklerle iletişim kurma, onları taklit etmeyle belirgin; Williams Sendromu.





  
Piglet:
Kişinin kaygılarını, endişelerini kontrol edememesi, en küçük şeylerin, önemsiz insanların tüm günü, tüm haftayı, tüm hayatı mahvedecek güce ulaşması. Olaylar arasında olmayan ya da çok ince olan bağları görüp, gereksiz zincir reaksiyonlarıyla ruhu, aklı, bedeni mahvetmek ile kendini belli eden; Yaygın Kaygı Bozukluğu.







Porky Pig: 
Aşırı titizliliği, temizliği, kaygısı ve kelimeleri arka arkaya tekrarlama davranışlarıyla da; Obsesif kompülsif bozukluk.







Hulk / Bruce Banner:
 Genellikle çocukluk yaşlarında çok ağır fiziksel, cinsel ve ruhsal baskı altında kalan kişilerin, olay anını yaşamayı reddetme amaçlı geliştirdikleri bir savunma mekanizması olan; Dissosiyatif Kimlik Bozukluğu (Çoğul Kişilik)







Granny / Looney Tunes:
Sıcakkanlılığı, Şaman dans ve Kung-fu ustalığı, kuşlara fısıldayan kadın haliyle Sanrısal Bozukluk ve Alzheimer. 




BLOG DESIGN-Değmesin Yağlı Boya